1. Anasayfa
  2. Genel

Çocuk Masalları

Çocuk Masalları
Çocuk Masalları
0

Çocuk Masalları makalemizde, edebî anlamda kıymetli olan çocuk masallarını sizlerle paylaşacağız. Çocuk Masalları, tamamen çocukların ilgisini çeken, özenle yazılmış eserlerdir. Çocuk Masalları özellikle ailelerin de dikkatini çekmektedir. Bu masalları çocuklarınıza okuyabilir, anlatabilir veya onlarla paylaşabilirsiniz. Bu masallar, çocukların da ilgisini çekmekte ve hayal dünyalarını zenginleştirmektedir. Hayal dünyalarını zenginleştiren bu masallar, çocukların gelişim sürecinde, zihinsel anlamda güzel etkiler yapmaktadır. Paylaşacağımız masallar da en çok tercih edilen çocuk masallarıdır. Bu anlamda faydalı bir paylaşım yaptığımızı söyleyebiliriz. Sizlerin bu masalları sözlü veya yazılı olarak çocuklarınıza aktarmanız, onlar açısından da çok kıymetli olacaktır.

Çocuk Masalları

Pinokyo

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde küçük bir kasabada Geppetto adında yaşlı bir oyuncakçı yaşarmış. Gepetto, geçimini yaptığı tahtadan oyuncakları satarak sağlıyormuş. Yaşlı Gepetto’nun çocuğu yokmuş. Bir çocuğu olması için neler vermezmiş ki..

Günlerden bir gün Geppetto oyuncak yapmak için ormana kütük aramaya gitmiş. Tam istediği gibi bir kütük görmüş ve “Tam da aradığım gibi bir kütük. Bununla gidip güzel bir kukla yapacağım” demiş. Kütüğü aldığı gibi dükkanın yolunu tutmuş. Dükkana gelir gelmez Geppetto Usta kütüğü yontmaya başlamış. Kütüğü her yontuşunda : Ah ! Ah! diye sesler geliyormuş. Geppetto usta etrafa bakınıp, “Bu seste nereden geliyor” demiş, ama etrafta kimseyi görememiş.

“Herhalde bana öyle geldi” diye düşünerek, işine devam etmiş. Kuklanın önce başını, sonra gövdesini, kollarını ve ayaklarını bitirmiş. Sonra kuklayı sandalyenin üzerine oturtmuş. Etrafı temizlemeye başladığında, “Merhaba” diye bir ses duymuş. Etrafa bakınmış kukladan başka kimsecikler yokmuş. Yine bana öyle geldi herhalde, diyerek işine devam etmiş. Aradan biraz zaman geçtikten sonra sandalyede oturan kukla ayağa kalkıp başlamış dans etmeye. Geppetto Usta kuklanın dans ettiğini görünce şaşkınlıkla “Bu kukla canlı. İnanamıyorum, tam benim istediğim gibi bir çocuk.” demiş. Kukla etten, kemikten değilmiş ama gülüyor, oynuyor, dans ediyormuş. Geppetto Usta, kuklayı kucağına almış.

“Sen gerçek bir çocuk gibisin, senin adın Pinokyo olsun.” demiş. O günden sonra Geppetto her gününü Pinokyo ile geçirmeye başlamış. Bir süre sonra Geppetto Pinokyo’nun okula gitmesi gerektiğini düşünmüş. Ama Pinokyo’nun ne defteri ne kalemi varmış. Geppetto cebinde kalan son parasını Pinokyo’ya vermiş ve Pinokyo’ya “Al oğlum bu parayla kendine defter, kalem al, güzelce okuluna git.” demiş.

Pinokyo Geppetto’nun verdiği parayı alarak neşe içinde yürümeye başlamış. Etrafa bakarak giderken birden bir kalabalık dikkatini çekmiş. Kalabalığın ortasına girerek ne olduğunu anlamaya çalışmış. Kalabalığın önünde kocaman bir çadır duruyormuş. Bu şehre gelen sirk çadırıymış. Çadırın önündeki palyaço müşteri toplamak için bağırıyormuş. Pinokyo çadıra girmek istediğinde palyaço ona içeri parasız giremeyeceğini söylemiş. Pinokyo içerde neler olduğunu çok merak ettiğinden Geppetto’ nun okula gitmesi için ona verdiği parayı palyaçoya uzatıp içeri girmiş.

Sahnenin ortasında oynayan bir sürü kuklayı görünce “Bunlar da benim gibi tahtadan kuklalar” demiş, onların arasına girmiş. Kuklaları izleyen kalabalık, oradan çekilmesini diğer kuklaları görmesini engellediğini söyleyip Pinokyo’ya kızmışlar. Ancak sahnenin yukarısında kuklaları iple oynatan sirkin sahibi Pinokyo’nun ipleri olmadığını dilediği gibi hareket ettiğini görünce: “Bu canlı kukla benim çok işime yarayacak, bana çok para kazandıracak” diyerek oyun bittiğinde Pinokyo’yu yakalıp bir kafese kapatmış. Pinokyo, babasını dinleyip okula gitseydi bunların başına gelmeyeceğini düşünmüş ve ağlamaya başlamış. Pinokyo’nun pişman olduğunu gören iyilik perisi Pinokyo’nun yanına gelmiş ve ona “Babanı dinlemediğin için suçlusun. Ama pişman olduğunu gördüğüm için seni buradan kurtaracağım.” demiş ve Pinokyo’ya sirke verdiği parayı geri vererek okula gitmesini söyleyerek dışarı çıkmasını sağlamış.

Pinokyo iyilik perisinin verdiği parayı alıp neşe içinde okula giderken onun bu neşeli halini gören kurnaz tilki ve kedi “Hayrola böyle neşeli, neşeli nereye gidiyorsun? ” diye sormuşlar. Pinokyo defter, kalem alıp okula gideceğini söyleyince kurnaz tilki ve kedi bir oyun oynayıp parayı Pinokyo’dan almak için Pinokyo’ya, “Okula gidip ne yapacaksın zengin olmak istemez misin? O parayı bize ver biz de onu sihirli tarlaya ekelim senin de bir sihirli ağacın olsun, o ağacın verdiği paraları toplayıp istediğini yapabilirsin” demişler. Pinokyo bu söylenenlere inanıp parayı kurnaz tilki ve kediye vermiş. Kurnaz tilki ve kedi parayı alınca oradan hemen yok olmuşlar.

Tek başına kalan Pinokyo’nun yanında iyilik perisi belirivermiş. Pinokyo’ya, “Defter, kalem aldın mı?” diye sormuş. Halbuki parayı kurnaz tilki ve kediye kaptırdığını biliyormuş. “Sakın yalan söyleme seni cezalandırırım” diye de uyarmış. Fakat Pinokyo yalan söylemeye başlamış. “Defter, kalem aldım okula bıraktım” demiş. Ardından gene yalanlar söylemeye devam etmiş. Pinokyo her yalan söylediğinde burnu uzuyormuş, artık o kadar uzamış ki pinokyo kafasını sağa, sola çeviremez hale gelmiş. Sonunda yaptığı hatayı anlayarak periye olanları doğru olarak anlatmış. Peri Pinokyo’yu doğruları söylediği için eski haline getirmiş.

Kurnaz tilki ve kediye verdiği parayı tekrar Pinokyo’ya verip ona okula gitmesini söylemiş. Pinokyo aldığı parayla şarkı söyleyerek okula giderken birden yüksek sesle birinin güldüğünü duymuş. Bu onu sirkte kafese koyan sirk sahibiymiş. “Geçen sefer elimden kurtuldun. Bu sefer kaçamayacaksın.” deyip Pinokyo’yu kolundan tuttuğu gibi denize atıvermiş. Pinokyo tahtadan olduğu için suya batmıyor suyun üzerinde duruyormuş. Böyle suyun üzerinde durması Pinokyo’nun çok hoşuna gitmiş.

Kollarını ve bacaklarını oynatarak kıyıya doğru yüzerken birden kendisini karanlık bir yerde buluvermiş. Bir balık Pinokyo’yu yutup midesine indirivermiş. Pinokyo’yu çok merak eden babası, onu aramak için yollara düşmüş. Sonunda onu sirk sahibinin suya attığını balıkçılardan öğrenerek bir balıkçı ile birlikte denize Pinokyo’yu aramaya çıkmış.

Bir müddet gittikten sonra şiddetli bir rüzgar çıkıp kayığı alabora etmiş ve Geppetto ile balıkçı kendini dalgaların arasında buluvermiş. Geppetto yüzmeyi bilmediğinden denizin derinliklerine inerken Pinokyo’yu yutan balık Geppetto’yu da yutuvermiş. Geppetto karanlığın içinde ağlayan bir çocuk sesi duymuş. Ağlayan çocuk Pinokyo’ymuş. Geppetto, “Pinokyo seni çok merak ettim. Hayatta olduğuna çok sevindim.” demiş. Birbirlerine sarılıp ağlamışlar. Onları duyan iyilik perisi Pinokyo’nun yaptıklarına çok pişman olduğunu görünce onları kurtarıp karaya çıkartmış.

O günden sonra Pinokyo çok iyi bir çocuk olmuş. Okula gidip geliyor ve okuldan geldikten sonra babasına tüm işlerinde yardımcı oluyormuş. İyilik perisi artık Pinokyo’yu ödüllendirmeye karar vermiş ve onu etten kemikten normal bir çocuğa döndürmek için sihir yapmış. Bir gece Pinokyo yatağında yatmak üzereyken artık normal bir çocuk olduğunu fark edince sevinçle Gepetto’ nun yanına koşmuş. Pinokyo’yu o halde gören Geppetto “Artık gerçek bir çocuk oldun.” Diyerek sevinç gözyaşları dökmüş ve birbirlerine sarılmışlar. Baba, oğul bir ömür boyu mutlu yaşamışlar.

Parmak Kız

Bir zamanlar, çocuklara çok düşkün bir kadın varmış. Çocukları bu kadar çok sevdiği halde, bir türlü çocuğu olmuyormuş. Bir gün ihtiyar bir büyücüye gidip, ona bir çocuk sahibi olup olamayacağını sormuş.Büyücü; ‘Buna üzülme, çaresi var. Al sana bir arpa tanesi. Bu arpayı, ne köylü tarlasına eker, ne de tavuklar yer. Verdiğim arpayı evinde bir saksıya ek, sonra da bekle, ne olacağını görürsün.’ demiş.

Kadın teşekkür ederek, büyücünün bu iyiliği karşısında, ona biraz para vermiş. Sonra, doğruca evine giderek, arpa tanesini saksıya ekmiş. Sabırla saksının başında beklemeye başlamış. Çok geçmeden saksıda, laleye benzeyen, iri bir çiçek açmış. Lalenin taç yaprakları, sanki olgunlaşmamış gibi sımsıkı kapalı duruyormuş.

Saksıdaki bu çiçeği, hayran hayran seyreden kadın, dayanamayıp öpüp koklamaya başlamış. O an içinden, ne güzel çiçek diye düşünmüş. Kadın böyle düşünür düşünmez, aniden çiçeğin yaprakları açılıvermiş. Bu, kadının hayatında gördüğü en güzel ve büyük laleymiş. Lalenin çanağının bir köşesine büzülüp oturmuş parmak boyunda bir çocuk varmış. Çocuğu görür görmez, kadın hemen adını “Parmak Kız” koymuş. Kadın, parmak kızın beşiğini cilalı ceviz kabuğundan, yatağını menekşe yaprağından, yorganını da gül yaprağından yapmış.
Parmak kız, yeni hayatına kolayca alışmış. Geceleri kendisi için yapılan yatakta uyur, gündüzleri masanın üstünde oynarmış. Kadın masanın üzerine içi su dolu, etrafında çiçek süsleri olan tabağını koyarmış. Parmak kız da suya bir lale yaprağı atarak üstüne oturur, iki beyaz at kılını, kürek gibi kullanıp tabağın bir başından bir başına geçermiş. Onun bu hali, göze o kadar hoş görünürmüş ki, seyrine doyum olmazmış. Üstelik parmak kız o kadar içten, o kadar güzel şarkı söylermiş ki, böylesi bugüne kadar ne duyulmuş, ne de işitilmiş…
Bir gece, parmak kız beşiğinde mışıl mışıl uyurken, pencerenin kırığından içeriye çirkin bir kurbağa girmiş. Bu patlak gözlü çirkin hayvan, küçük kızın uyuduğu masaya sıçramış. Küçük kızın yorganın altında mışıl mışıl uyuduğunu görünce;

— Ne kadar güzel bir kız, oğluma çok güzel bir eş olur, diyerek, parmak kızın uyuduğu ceviz kabuğundan beşiği kaptığı gibi, girdiği yerden bahçeye çıkmış.

Evin yakınında, bataklık bir arsanın yanında geniş bir dere akmaktaymış. Çirkin kurbağa ile oğlunun evleri, bu bataklıktaymış. Çirkin kurbağanın oğlu da kendisi gibi pis ve çirkinmiş. Babasının getirdiği ceviz kabuğundaki küçük güzel kızı görünce; “Viraaaak… Viraaaak….” diye bir çığlık atmış.

Baba kurbağa;
— Çok yüksek sesle konuşuyorsun, şimdi uyandıracaksın. Kuğu tüyü gibi hafif, uyanırsa korkudan uçup gidiverir sonra, demiş.

Baba ile oğul kurbağa, parmak kıza kalacak bir yer yapmaya karar vermişler. Bu arada baba kurbağanın aklına çok güzel bir fikir gelmiş; ‘Derede yetişen nilüfer yapraklarından birisinin içine oturtalım. Orada bir adadaymış gibi olur ve kaçamaz. Biz de bu arada, bataklığın dibindeki büyük odayı güzelce derler, toplarız. Sizin yatak odanız olur.’ demiş
Derenin ortasında gerçekten de, suyun üstünde açılmış nilüferler ile yeşil yassı yaprakların yüzdüğü görülmekteymiş. Uzaklarda çok iri bir yaprak varmış. Baba kurbağa, parmak kızı alarak o yaprağa doğru gitmiş. Parmak kızı, ceviz kabuğundan beşiği ile birlikte oraya bırakmış.

Sabah, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte parmak kız da uyanmış. Önce nerede olduğunu anlayamamış. Zavallı parmak kız bir an sonra nerede, nasıl bir yerde olduğunu görmüş. Üstünde durduğu koca yaprağın etrafının su ile çevrili olduğunu anlayıp, yere inemeyeceğini düşününce ağlamaya başlamış.

O anda ihtiyar kurbağa da, bataklığın dibindeki odayı oğlu ile parmak kıza hazırlamak için uğraşıyor, renkleri sararmış su bitkilerinin yapraklarıyla süpürüyormuş. Amacı, güzel geline layık bir oda hazırlamakmış. İşini bitirdikten sonra çirkin oğluyla beraber küçük kızın yatağını alıp, gelin odasını hazırlamak için işe koyulmuşlar.

Baba kurbağa ve oğlu, parmak kızı almak için yanına gittiklerinde, suya dalıp çıkmışlar. Baba kurbağa; ‘Güzel kız, işte kocan olacak oğlum bu. Bataklığın dibinde size eşsiz bir ev hazırlıyorum.’ demiş.

Çirkin oğlanın ağzından, “Vıraaak, vıraaak” diye sürekli aynı ses çıkıyormuş. Baba ile oğul, kızın yattığı ceviz kabuğundan, zarif yatağı almış, kızın yatağın üzerinde yalnız bırakıp, yüzerek evlerine dönmüşler. Parmak kız, baba kurbağa kadar çirkin bir yaratığın yanında oturacağını, bir de onun oğluna eş olacağını düşündükçe, gözünden seller gibi yaşlar akıyormuş. O sırada derede yüzen kırmızı balıklar, ihtiyar kurbağanın söylediklerini duymuş, Parmak kızı görür görmez o kadar güzel bulmuşlar ki, çirkin bir bataklık kurbağasının bu kadar güzel bir kızı alıp, onu üzmesine gönülleri razı olmamış. Hep beraber, kızı kurtarmak için çalışmaya başlamışlar. Önce, kızın üzerinde oturduğu yaprağın etrafına toplanıp, iyice dişleyerek yaprağı koparmışlar. Böylece serbest kalan yaprak, akıntıya kapılarak çirkin baba oğul kurbağalarının yetişemeyecekleri kadar uzaklara sürüklenmiş.

Parmak kız, bu şekilde yeşil yaprağın üzerinde yol alırken, onu gören kuşlar; ‘Oh! Ne kadar güzel ve nazlı kız!’ diye öterek, hayranlıklarını gizleyemiyorlarmış. Akıntı ile durmadan yol alan parmak kız, çok geçmeden ülkesinin sınırlarını geçmiş…

Bu yolculuk esnasında, parmak kıza güzel bir beyaz kelebek arkadaşlık etmiş. O da yaprağın üzerine konmuş, yanındaki beyaz kelebekle birlikte üstelik kurbağaların kendisine yetişemeyeceklerinden dolayı parmak kız çok mutluymuş. Sular güneşin gönderdiği ışınlarla saf altınlar gibi parıldıyor, parmak kız bu güzellikleri seyretmeye doyamıyormuş. Daha hızlı yol alabilmek için, kemerinin bir ucunu kelebeğe, bir ucunu da yaprağa bağlamış. Kelebeğin gücüyle şimdi daha hızlı yol alıyorlarmış. Onlar, bu şekilde son hızla yol alırken, oradan geçmekte olan büyükçe bir mayıs böceği, parmak kızı görmüş. Küçük vücudunu ayakları ile sararak, birlikte uçup bir ağaca konmuş. Yeşil yapraklar ise, kelebekle birlikte akıntıya kapılıp gitmiş. Bir anda kendisini küçük vir ağacın üzerinde bulan parmak kız, büyük bir korkuya kapılmış. Fakat onu en fazla üzen, beyaz kelebek olmuş. Çünkü küçük, beyaz kelebeği, kemeri ile yaprağa bağlamıştı. Kelebek bu yüzden, açlıktan ölebilir, sulara boğulabilirdi.
Mayıs böceği ise parmak kızın derdini sormak şöyle dursun, onu ağacın en iri yaprağına oturttuktan sonra, ağaçtaki çiçek suları ile karnını doyurup başının çaresine bakmasını söylemiş. Sonra da parmak kızın gönlünü almak için; ‘Her ne kadar mayıs böcekleri gibi güzel değilsen de, pek çirkin de sayılmazsın.’ demiş.

O ağaçta oturan diğer mayıs böcekleri biraz sonra, parmak kızı görmek için misafirliğe gelmişler. Dişi mayıs böcekleri, parmak kıza yüksekten bakıp küçümseyen bir sesle; ‘Ne kadar gülünç bir yaratık, yalnızca iki bacağı var.’ diyerek gülmeye başlamışlar.

Diğer mayıs böcekleri konuşmayı sürdürmüşler; ‘Ne kadar da cılız öyle, kanatları bile yok.’
Daha başkaları; ‘Ay, ne kadar çirkin, yüzüne bakılır gibi değil.’ demişler.

Hepimiz biliyoruz ki, parmak kız, onların söyledikleri gibi çirkin değil, aksine seyrine doyum olacak kadar güzelmiş. Onu kaçıran ve ilk bakışta güzel bulan mayıs böceği de diğerlerinin söylediklerine inanmaya başlamış. Bu nedenle parmak kızı daha fazla yanında alıkoymak istememiş. Parmak kıza, gönlünün dilediği yere girmekte serbest olduğunu söylemiş.
Mayıs böcekleri, onu alıp bir papatyaya oturtmuşlar. Çok güzel olduğu halde, kendisini çirkin bulan mayıs böceklerine içerleyen parmak kız, ağlamaya başlamış. Parmak kız, o yaz tek başına yaşamış. Açlığını ve susuzluğunun çiçeklerin öz sularını içerek gidermeye çalışmış. Parmak kız, yaz ve sonbahar mevsimlerini böyle geçirmiş. Kış olunca, ona şarkıları eşlik eden kuşlar bile bir bir gitmeye, ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamış. Altında barındığı yapraklar bile sararıp kurumuşlar.

Parmak kızın giysileri de zamanla eskiyip lime lime olduğundan, soğuktan etkileniyormuş. Kış mevsimi iyice bastırınca, lapa lapa kar yağmaya başlamış. Her kar tanesi onun ufacık vücudunu bir kürek toprak gibi örtüyormuş. Üşümemek için kuru yapraklara sarınmış ama yapraklar onu battaniye gibi ısıtamadığından tir tir titriyormuş.

Parmak kızın sığındığı ormanın yakınında sürülmüş, büyükçe bir tarla varmış. Tarlanın üzeri samanla örtülüymüş. Parmak kız oraya gidebilmek için, ormanı bir baştan bir başa kat etmek zorundaymış. Tüm gücünü sarf etmiş ve son bir gayretle tarlaya ulaşmış. Samanların altında bir tarla faresinin yuvasını bulmayı başarmış. Tarla faresinin yuvası tıka basa yiyeceklerle dolu, dayalı döşeli yatak odası, mutfağı ve kileri ile çok rahat bir yuvaymış. Farenin de keyfi pek yerindeymiş. Açlıktan ve soğuktan ölmek üzere olan parmak kız, bir lokma yiyecek bulma ümidiyle, evin kapısını bir dilenci gibi çalıp, bir arpa tanesi rica etmiş.

Bu yuvada yaşayan dişi tarla faresi, aslında çok iyi yürekliymiş. Dilenci olmadığını anladığından, parmak kıza; ‘İçeriye gir bakalım, sıcacık bir odam ve pek çok yiyeceğim var. Benimle birlikte karnını doyurursun.’ diyerek onu yuvasına davet etmiş.
Parmak kızı çok beğendiği için ona, kendisine her gün bir masal anlatması şartı ile kışı birlikte geçirmeyi teklif etmiş. Parmak kız, bu teklifi ve şartları memnuniyetle kabul etmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra tarla faresi, parmak kıza şunları söylemiş;

— Bugün konuğumuz gelecek. Komşum, haftada bir defa gelmeyi adet edinmiştir. Onun hali vakti benden daha iyidir. Evi çok geniş ve salonu mobilyalıdır. Üstelik sırtında siyah kadife kürkü var. Eğer onun yanına gidebilsen çok rahat edersin ama o burnunun ucunu bile göremez. Bildiğin en güzel masalları anlatıp, onu ömür boyu oyalaman gerekecek.
Tarla faresinin komşum dediği köstebekten başkası değilmiş. Parmak kız, böyle birisinin yanında yaşamaya hiç de niyetli değilmiş.

Biraz sonra, sırtında kadife kürkü ile köstebek gelmiş. Tarla faresinin anlattığına bakılırsa, çok zenginmiş. Evi, tarla faresinin yirmi katı kadarmış. Köstebek çiçekleri ve güneşi hiç görmemiş ama yine de seviyormuş.

Parmak kız, evlerine gelen konuğu ağırlamak için şarkı söylemeye başlamış. . Parmak kızın söylediği şarkılar “Uç böceğim uç” ile “Papaz tarlaya gelince” imiş.

Parmak kızın sesini ve şarkılarını çok beğenen köstebek, şefkatle kızın üzerine doğru atılmış fakat parmak kız çok sessiz olduğundan ağzını açıp bir şey söylememiş.

Köstebek, biraz önce kendi evi ile fareninki arasında bir yeraltı koridoru yaparak buraya geldiğini anlatmış. Komşusu fareye ve yabancı kıza isterlerse orada gezinebileceklerini söylemiş ve “Tabii geçitteki bir kuş ölüsüne aldırmazsanız.” diye de eklemiş. Koridordaki kuş öleli aslında çok olmamış. Buraya da, köstebek koridoru kazdığı sıralarda düşmüş gibi duruyormuş.

Köstebek, dişlerinin arasına, karanlıkta parlayan ve etrafa ışık saçarak aydınlatan bir çöp almış ve koridor boyunca hanımlara yol göstermiş. Koridora ölü kuşun yanına yaklaştığında, toprağı burnuyla eşeleyerek ışığın aydınlatabileceği bir delik açmış. İşte o zaman, yerde yatan bir kırlangıç görmüşler. Kanatları yanına düşmüş, başı ve ayakları tüylerinin arasına sokulmuş, zavallıcık herhalde soğuktan ölmüş.

Ormanda etrafında uçuşup cıvıl cıvıl ötüşen kuşlara karşı, gönlünde sonsuz bir sevgi bulunan parmak kız, gördüğü bu manzara karşısında çok üzülmüş. Fakat köstebek, kırlangıcı ayağı ile iterek; ‘Artık ötmüyor. Dünyada kuş doğmak gibi bir felaket var mı? Allah’a çok şükür çocuklarımdan hiçbirinin başına böyle bir dert gelmedi. Varı yoğu ötüşünden ibaret bir kuş tez zamanda yoksulluğa düşer, kış gelince de ölür.’ demiş.

Tarla faresi; ‘Evet, komşucuğum, pek akıllıca konuştunuz. “Kiviit” diye ötmek neye yarar? Ancak yoksulluk içinde ölmek için birebirdir. Gene de öttükleri için tavus kuşu gibi kurulanlar bile var.’ demiş. Parmak kız, bu konuşmalara katılmamış. Ama sırtları kuşa doğru döndüğünde, kırlangıcın başındaki tüyleri kaldırıp bir öpücük kondurmuş. İçinden de; ‘Belki bu da, yaz aylarında benim için neşeli neşeli ötenlerden biridir. Şayet öyleyse ona ne sevinçler, ne mutluluklar borçluyum.’ demiş.

Köstebek, ışığın girmesi için açtığı deliği tıkadıktan sonra, hanımları evlerine kadar uğurlamış fakat gece parmak kız uyuyamamış. Kalkmış, saman çöplerinden bir hasır örmüş ve koridora gidip kırlangıcın üzerine örtmüş. Toprağın soğuğundan koruyabilmek için de ayrıca, farenin evinde bulduğu pamuklarla iyice sarmış; ‘Allah’a ısmarladık, şirin küçük kuşcağız. Ağaçlar yaprakla örtülüyken, güneş bizi ısıtırken, yaz boyunca neşeli şarkılarını dinledim.’ demiş. Sonra da başını kuşun göğsüne dayamış fakat korku ile doğrulması bir olmuş.
Çok heyecanlanan parmak kız, önce ürkmüş. Kendisi, bir başparmak büyüklüğünde olduğundan, kuş yanında dev gibi duruyormuş. Yine de gayretle kırlangıcın iki yanındaki pamukları iyice sarmış, yorgan olarak kullandığı nane yaprağını da getirip kırlangıcın başına koymuş.

Ertesi gece, parmak kız sürünerek kırlangıca bakmaya gitmiş ve onu hayatta bulmuş. Zavallı kırlangıç çok bitkin ve hasta olduğundan, küçük kıza bakmak için gözlerini zorlukla aralayabilmiş.

Koridor çok karanlık olduğu için parmak pız, elinde ışıltılı bir çöp tutmaktaymış.
Hasta kırlangıç; ‘Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, küçüğüm. Beni öyle ısıttın ki, yakında hiçbir eyim kalmayacak. Tamamen iyileştiğim zaman ben de güneşi çok olan ülkelere gideceğim.’ demiş.

Parmak kız, kırlangıcın başını okşamış ve ‘Dışarısı çok soğuk. O kadar çok kar var ki, her taraf buz tutmuş. Sıcacık yatağında yatıp bir an önce iyileşmelisin. Senin için elimden geleni yapacağım, demiş.

Parmak kız bunları söyledikten sonra, çiçek yaprağıyla su getirip kırlangıca içirmiş. Sonra da onun kanadını bir çalıya çarparak nasıl yaralandığını dinlemiş. Bu nedenle kırlangıç, arkadaşları kadar hızlı uçamamış. Sıcak ülkelere doğru zaman kaybetmeden yollarına devam ederlerken o, daha fazla dayanamamış, yorgunluktan ve halsizlikten yere düşmüş. Kendinden geçmiş. Nasıl olup da buralara geldiğini hatırlayamıyormuş.

Zavallı kırlangıç, bütün kış mevsimini orada geçirmiş. Parmak kız, tarla faresi ile köstebeğe sezdirmeden kırlangıca yardım ediyormuş. Çünkü onların, birtakım nedenlerle bu yardımları engellemelerinden korkuyormuş.

Yavaş yavaş güneş toprağı ısıtmaya, ilkbahar tüm güzelliğiyle kendini göstermeye başlamış. Kırlangıç, artık parmak kıza veda etme zamanın geldiğini biliyormuş. Ondan, köstebeğin açıp kapattığı deliği yeniden açmasını istemiş. Sırtına binip, yakındaki ormana gelip gelmeyeceğini sormuş. Oradan ayrılmasının arkadaşı tarla faresini çok üzeceğini bilen parmak kız; ‘Seninle gelebilmeyi çok isterdim, fakat olmaz.’ diye cevap vermiş.

Kırlangıç, güneşli yerlere doğru uçarken; ‘O halde, hoşça kal benim nazlı, küçük çocuğum. Senin yaptıklarını asla unutmayacağım. Allaha ısmarladık!’ demiş.

Parmak kız, gözleri yaşlarla dolu, kırlangıcın gidişini izliyormuş. Bu ayrılığa nasıl dayanacağını düşünmeye başlamış çünkü kırlangıca yürekten bağlanmış. Kırlangıç son bir defa; “Kiviit! Kiviiit!” diye öterek gözden kaybolmuş.

Parmak kızın derdi, yaz mevsimin gelmesiyle birlikte artmaya başlamış. Güneşe çıkıp ısınması imkânsızlaşmış. Tarla faresinin evinin üzerindeki buğdaylar büyümüş, parmak boyundaki bir kız için, geçilmesi zor bir orman haline gelmiş.

Tarla faresi;

—Artık yaz geldi. O can sıkıcı, kadife kürklü köstebek, mutlaka seninle evlenmek istediğine göre, çeyizini hazırlamalısın. Sonra en güzel çeyizler gerek. Köstebek karısının hemen hemen hiç eksiği olmamalı.

Tarla faresi, bu amaçla dört çıkrık kiralamış. Parmak kız iplik eğiriyor, gece gündüz demeden çalışıyormuş. Durmaksızın kumaş dokusunlar diye gündelikle dört tane örümcek tutmuş. Köstebek, hemen her akşam misafirliğe geldikçe, toprağı ısıtıp, dayanılmaz hale getiren güneşi kötülemekteymiş. Bu yüzden düğün mevsim sonuna kalmış. Düğün günü yaklaştıkça, parmak kız her gün, güneşin doğuşu ve batışında kapıya çıkıp, rüzgârda sallanan buğday başaklarının arasından, gökyüzünün mavisini, doğanın güzelliklerini seyredip, sevgili kırlangıcını düşünüyormuş. Fakat kırlangıç, uzaklara gittiğinden belki hiç dönmeyeceğini düşünerek üzülüyormuş.

Sonbahar yaklaşırken, parmak kızın çeyizi tamamlanmış. İhtiyar fare; ‘Dört hafta sonra düğün yapılacak.’ Demiş fakat parmak kız ağlayarak, çirkin köstebekle evlenmek istemediğini söylemiş.

Fare; ‘Yoo… Yoo… İnatçılık yok, rica ediyorum senden. Yoksa beyaz dişlerimin tadını tadarsın haa… Üstelik böyle yakışıklı bir erkekle evlendiğin için ne mutlu sana. Kürkün böylesi krallarda bile yoktur, mutfağının kileri tıklım tıklım dolu. Karşına böyle kısmet çıktığı için sevinmelisin.’ demiş.

Düğün günü gelip çatmış. Köstebek, . Parmak kız’ı toprağın çok derinliklerindeki evine götürmek üzere gelmiş. Köstebek güneşi sevmediği için, artık o da bir daha güneşin parlak ışıklarının girmeyeceğini düşünüyormuş. Tarla faresinin evinde hiç olmazsa, gidip kapıdan dışarıya bakabiliyormuş.

Parmak kız, küçük kollarını kaldırarak; ‘Allah’a ısmarladık güneş! Allah’a ısmarladık. Senin ışıklarının girmediği bu iç karartıcı yerde yaşamaya mahkûmum artık ben.’ diye seslenmiş.
Tarladaki buğdaylar biçilmiş, yerde yalnızca samanlar kalmış. Bu nedenle, parmak kız farenin evinin önünde birkaç adım ilerlemiş. Kırmızı bir çiçeği elini değdirmiş. Ona dönerek:

– Allah’a ısmarladık. Eğer, benim kırlangıç dostumu görürsen, selamımı söyle, demiş. .
Tam içeriye gireceği anda, başının üzerinde, “ Kiviiit!.. Kiviiit!” diye bir ses duymuş. Başını kaldırıp da baktığında, çok sevdiği kırlangıcını görmüş. Kırlangıç da kızı gördüğü için çok sevinçliymiş. Parmak kız, kırlangıca, köstebekle zorla evlendirileceğini, güneş girmeyen bir yeraltı evinde oturmaya mahkûm olacağını anlatmış. Bunları anlatırken de gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülüyormuş.

Tüm bunları dinleyen kırlangıç:
— Artık kış yaklaşıyor, sıcak ülkelere gitmeye hazırlanıyoruz. Birlikte gelmek ister misin? Seni bir kuşakla sırtıma iyice bağlarım. Birbirimizden hiç ayrılmayız. Uzaklara, çirkin köstebekle güneş girmeyen karanlık evinden çok uzaklara kaçarız. Böylece güneşin her gün görüldüğü, göz kamaştırıcı çiçeklerin açtığı sıcak ülkelere varmak için birlikte dağlar aşarız, gel, ne olursun. Seni bu halde bırakamam. Ben yerde yarı donmuş, baygın yatarken beni ölümden kurtardın, sevgili küçük, benimle gel.

Parmak Kız:
— Seninle elbette gelirim, demiş:
En sağlam tüylerden birine kuşağına bağlamış. Böylece kırlangıçla parmak kız ormanların, denizlerin, karla örtülü dağların üzerinden uçup gitmişler. Böyle rüzgâra ve soğuğa alışkın olmayan Parmak kız, kırlangıcın tüyleri arasına iyice büzülmüş. Yalnızca aşağıdaki seyrine doyum olmaz güzellikleri seyredebilmek amacıyla başını çıkartıyormuş.
Sonra iki dost, sıcak ülkelere gelmişler. Buralar öyle güzel yerlermiş ki, sanki güneşi daha parlak, gökyüzü pırıl pırılmış. Bahçelerde, bağ ve kayalıklarda sarılı, kırmızı güzel asmalar kendiliğinden yetişiyor, ormandaki ağaçlardan limonlar, elmalar sarkıyormuş. Belki de dünyanın en güzel çocukları yollarda, kırlarda bin bir renkli kelebeklerle oynuyorlarmış.
Kırlangıç yol aldıkça, gördüğü bu güzelliklere, yeni güzellikler ekleniyormuş. Etrafı yemyeşil ağaçlarla çevrili, mavi bir gölün ortasında, bembeyaz mermerden bir saray görünmüş. Bu sarayın uzun sütunlarına asmalar sarılmış. İşte bu sütunların tepesinde birçok kırlangıç yuvası varmış. Tabii parmak kızı taşıyan kırlangıcındaki de oradaymış.

Kırlangıç:
— İşte evime geldik. Ama birlikte kalmamız yakışık almaz. Zaten seni ağırlamak durumunda değilim. Sen en güzel çiçeklerden birini seç. Seni orada rahat ettirebilmek için elimden geleni yapmaya çalışacağım, demiş.

Parmak kız ellerini çırparak:
— Çok güzel ne mutlu bana! diye cevap vermiş.

Aşağıda, büyük bir mermer sütun üçe bölünmüş halde, yere uzanıyormuş. Aralarında çok güzel çiçekler varmış. Kırlangıç, parmak kızı yaprakların birisinin üzerine oturtmuş. Bu güzellikler içinde Parmak kız çok mutluymuş.

Yaprağında oturduğu çiçeğin içine baktığında, birden hayretler içinde kalakalmış. Çiçeğin içinde cam gibi pırıl pırıl, bembeyaz ve küçük bir adam oturuyormuş. Adamın boyu bir parmak kadarmış. Omuzlarında parlak kanatları, başında ise altın tacı varmış. Bu görkemli adam, o çiçeğin perisiymiş. Oradaki her çiçek, bir küçük erkekle kadına saray olmuş. Kendisi de tüm bu ulusa hükmediyormuş. Parmak kız, kırlangıcın kulağına eğilerek; ‘Aman, ne güzel.’ demiş.

Koskoca, dev gibi kırlangıcı görünce, çiçekler kralı biraz korkmuş. Fakat yanındaki kıza gözü ilişince, hem korkudan sıyrılmış, hem de çok sevinmiş. Hayatında bu kadar güzel bir kıza ilk kez rastlıyormuş. Önce ismini sormuş. Sonra da başındaki tacı çıkararak, parmak kızın başına koymuş. Ardından da kendisiyle evlenmek istediğini söylemiş. Razı olursa, tüm çiçeklerin kraliçesi olacağını da sözlerine eklemeyi ihmal etmemiş. Karşısına çıkan bu şansın, ne kurbağanın oğluna, ne de siyah kadife kürklü köstebeğe benzediğini düşünen parmak kız, “Evet!” demekte, tereddüt etmemiş. Kral ve kraliçeye armağanlar vermek üzere, her çiçekten erkekli kadınlı seçkin bir kalabalık ortaya çıkmış. Verilen armağanların içinde, omzuna iliştirilen ve çiçekten uçmasına yarayan bir çift kanat kadar hoşuna giden olmamış.

Parmak kız böyle ağırlanıyorken, kırlangıç da yuvasında olabildiğine hüzünlü ötüyormuş çünkü parmak kızı çok sevmiş ve ondan hiçbir zaman ayrılmak istemiyormuş. İşte bu nedenle çok üzgünmüş.

Çiçekler kralı, Parmak Kız’a; ‘Bundan sonra senin adın Parmak Kız olmasın. Senin gibi güzel bir kıza yakışmayan, çirkin bir ad bu, bugünden sonra biz sana Maia diyeceğiz.’ demiş.
Kırlangıç, üzüntü içinde uzaklara doğru uçarken; ‘Allah’a ısmarladık! Allah’a ısmarladık!’ diyormuş.

Kırlangıç, gittiği ülkede, Parmak kızın masalını yazan yazarın penceresinin üstündeki yuvasına yerleşmiş. Yazarda dört gözle onun dönüşünü bekliyormuş. Kırlangıç, “Kiviiit!.. Kiviiit!” diyerek ona olan biteni anlatmış. Yazar, bu serüveni böylece öğrenmiş ve çocuklar okusun diye yazmış.

Ağustos Böceği ile Karınca 

Karınca çok çalışkanmış; yazın sımsıcak günlerine aldırış etmeden kışa hazırlık yapıyor, hiç durmadan çalışıyormuş. Bulduğu tüm yiyecekleri kilerine götürüyor, kış için erzak topluyormuş. Ağutos böceği ise bir ağacın gölgesinde uzanmış, elinde sazı şarkı söyleyip, eğleniyormuş. Ne kışın soğuk günlerini düşünüyor, ne yaz bitince ne yapacağı ile ilgili tasalanıyormuş. Karıncayı çalışırken görünce de ‘Karınca kardeş, bu kadar çok çalışma, gel sen de benimle birlikte şarkı söyleyip, eğlen. Biraz hayatın tadını çıkar demiş.’ Karınca ağustos böceğinin söylediklerine kulak asmadan, çalışmaya devam etmiş. Aylar geçmiş, yazın sıcak günleri sonbaharın serin günlerine, sonbaharın serin günleri ise kışın soğuk günlerine dönmüş. Nihayet kış gelip çatınca, her yer karla kaplanmış. Ağustos böceği karların içinde yiyecek hiçbir şey bulamıyor, aç bilaç oradan oraya gezinip duruyormuş. Aklına karınca gelmiş ‘Karınca kardeş bütün yaz çalıştı, onu bulursam mutlaka yemek de bulmuş olurum’ diye düşünmüş. Kalan son gücünü de toplayarak karıncanın evine gitmiş ve karıncadan yiyecek yemek istemiş. Karınca ise ‘Eğer sen de şarkı söyleyip, eğlenmek yerine, benim gibi çalışıp, yemek toplasaydın, şu anda dışarıda aç kalmış olmazdın. Çok açsan, yine şarkı söyleyip, eğlen, belki açlığını unutursun’ diyerek ağustos böceğine çok iyi bir ders vermiş.

Kibritçi Kız

Kibritçi Kız Masalı

Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu. Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı. Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.

Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti. Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu. Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kâse sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit” diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu…

Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.

Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu. Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.

Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.

Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı. Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağızın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.

Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı: Bir yaz gecesi… Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.

Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi…Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…

Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.

– Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

Küçük Denizkızı

Bir zamanlar altı güzel kızı olan bir kral varmış. Ama bu kral insanların kralı değilmiş. Ülkesi, dalgaların altında balıkların değerli taşlar gibi parıldadığı bir ülkeymiş. Genç prenseslerin anneleri çoktan ölmüş ve onları büyükanneleri büyütmüş. En küçük prensesin saçları altın bukleler halinde omuzlarına dökülüyormuş. Kızlar büyükannelerinin anlattığı yeryüzüyle ilgili masalları çok seviyorlarmış. Bu masallarda bacak adlı iki şeyin üzerinde yürüyen garip insanlar varmış. Küçük denizkızı da bu anlatılanları görmek istiyormuş. “On beş yaşını beklemen gerekir,” demiş büyükanneleri. “O zaman gidip görebilirsin.” En büyük denizkızı yaşı geldiğinde yüzeye çıkmış ve gördüğü ilginç şeyleri kardeşlerine anlatmış. Yıllar geçmiş ve sonunda küçük denizkızının da yüzeye, insanların dünyasına çıkabileceği gün gelmiş. Şimdiye kadar hep merak ettiği dünyayı artık kendi gözleriyle görebilecekmiş. Yüzeye doğru yüzerken güneş batıyormuş. Yakınlarda bir gemi demir atmış. Küçük denizkızı yüzeye çıktığında güvertedeki yakışıklı prensi görmüş. Prens kendisini birisinin gözlediğini de, prensesin ondan gözlerini ayıramadığını da bilmiyormuş tabii. Birden hava kararmış, gemi çıkan fırtınayla
sallanmaya başlamış. Çok geçmeden yelkenleri parçalanmış, direği kırılmış ve gemi sulara gömülmüş. Küçük denizkızı sularda çırpınan prensi son anda görüp kurtarmış. Onu kucaklayıp kıyıya götürmüş ve sahile bırakmış. Sabah olduğunda prens hala yattığı yerde uyuyor, denizkızı da başucunda onu bekliyormuş. Az sonra birkaç kız koşarak gelmiş. Prens gözlerini açmış ve kalkıp yürümüş. Küçük denizkızı oracıkta üzüntüsüyle baş başa kalmış.

O günden sonra küçük denizkızı prensi görebilmek umuduyla birçok kez yüzeye çıkmış. Artık dayanamıyormuş. Su cadısına gidip akıl almaya karar vermiş. Cadı onu görünce bir kahkaha atmış: “Niçin geldiğini biliyorum denizkızı,” demiş. “İnsana dönüşüp karaya çıkmak istiyorsun. Böylece prensle daha yakın olacağını düşünüyorsun. Ama bunun bir bedeli var, biliyor musun?” “Bilmiyordum,” demiş küçük denizkızı, “Ama insan olabilmek için neyse öderim.” “Sesini istiyorum,” demiş cadı, “Şu şarkılar söyleyen güzel sesini. Bana sesini verirsen ben de seni iki ayaklı güzel bir genç kıza çeviririm. Ama unutma, prens seni bütün kalbiyle sevmeli ve evlenmeli. Yoksa bir deniz köpüğüne dönüşüp sonsuza dek yok olursun.” ” Çabuk” demiş küçük denizkızı. “Ben kararımı çoktan verdim zaten.” Bunun üzerine su cadısı küçük denizkızına içmesi için büyülü bir ilaç vermiş.Deniz Kızı

Küçük deniz kızı prensin karşısına dikildiği an prens bu hiç konuşmayan kızdan çok hoşlanmış ve onsuz yapamayacağına karar vermiş. Küçük denizkızı da prensi her geçen gün daha çok sevmiş, ama prens ona bir türlü evlenme teklif etmiyormuş. Prensin annesi ve babası, kendine eş bulması için baskı yapıyorlarmış. Prens sonunda yakındaki bir ülkenin prensesiyle tanışmaya karar vermiş. Yanında küçük denizkızını da götürmüş. Zavallı kız çok acı çekiyormuş.

Prens komşu ülkeye gidip prensesle karşılaşınca aklı başından gitmiş ve hemen evlenmek istemiş. Düğünleri muhteşem olmuş. Her yer çiçek, ipek ve mücevherle kaplıymış. Mutlu çifti görmeye gelen herkes coşku içindeymiş. Yalnızca küçük denizkızı sessizmiş. Gözyaşları sessizce süzülüyormuş yanaklarından. O gece küçük denizkızı güvertede dikilmiş karanlık sulara bakıyormuş. Gün doğarken bir deniz köpüğü olup o sulara karışacakmış.

Birden suların dibinden denizkızının kardeşleri çıkmışlar. Saçları kısa kısa kesilmiş. “Saçlarımızı su cadısına verdik, karşılığında da bu bıçağı aldık. Eğer bu gece bu bıçağı prensin kalbine saplarsan büyü bozulacak.” Küçük denizkızı bıçağı almış ama prense asla zarar veremeyeceğini biliyormuş. Güneş doğduğunda kendini ağlayarak denize atmış. Ama denize düşmemiş. Kendini havada uçarken bulmuş. Çevresinde altın renkli ışıklar dans ediyormuş. “Biz havanın
kızlarıyız ” demişler. “Artık bizimle mutlu olursun.” Küçük denizkızı gökyüzüne doğru yükselirken aşağıya, prensin gemisine bakmış ve gülümsemiş.

Tilki İle Leylek

Bir vamış bir yokmuş. Ormanda yaşayan bir Tilki ile bir Leylek varmış. Bu Tilki ile Leylek, birbirlerine destek olmak ve beraber vakit geçirebilmek için arkadaş olmuşlar.

Tilki, akşam yemeklerini yalnız yemekten sıkıldığını düşünüyormuş. Yalnız yemek zorunda değilim, arkadaşım Leylek bana eşlik edebilir, demiş. Bunun üzerine, akşam yemeği için Leylek arkadaşını davet etmiş.

Bu davete çok sevinen Leylek, büyük bir mutlulukla Tilki’nin evine gitmiş. Tilki’nin yemek için hazırladığı ayran çorbası, oldukça güzel kokuyormuş. Masayı hazırlamaya koyulan tilki, geniş bir kaba çorbaları koymuş. Hadi afiyet olsun, deyip yemeye başlamış. Leylek, geniş tabakla yemeyi nasıl yiyeceğini bir türlü bulamamış. Gagasını geniş kaba daldırsa da, ağzına yalnızca bir iki tane pirinç tanesi geliyormuş. Leylek birkaç pirinç yemeye çalışırken, bir de bakmış ki Tilki bütün yemeğini bitirmiş.

Tilkinin düşüncesiz ve anlayışsız davrandığını düşünen Leylek, bu duruma çok kırılmış. Keşke arkadaşım Tilki, benimle empati kurabilseydi, diye geçirmiş içinden. Üzülerek evine dönmüş.

Hem arkadaşı kendisine düşüncesiz davrandığı için üzülen hem de aç kalan Leylek bütün gece uyuyamamış. Arkadaşının, ikisinin de farklı olduğunu anlamasını çok isteyen Leylek, bir fikir bulmuş. Bulduğu fikir sayesinde, Tilki arkadaşının, kendisini anlayabileceğini düşünmüş.

Sabah heyecanla arkadaşı Tilki’nin evine giden Leylek, onu akşam yemeğine davet etmiş. Tilki, bu davete çok sevinmiş. Arkadaşı Leylek’e teşekkür etmiş ve iyi bir arkadaşlık kurdukları için çok şanslı olduğunu söylemiş.

Akşamüstü yemeği hazırlamaya başlayan Leylek, hem kendisi hem de arkadaşı Tilki için, dar ve uzun bir kap seçmiş. Leylek’in gagası bu kaba rahatlıkla sığabildiğinden, leylek yemeğini kolaylıkla yiyebiliyormuş. Arkadaşı için pirinç pilavı hazırlayan Leylek, Tilki gelmeden sofrayı kurmaya başlamış. Hemen sonra kapı çalmış ve Tilki gelmiş. Kendisini yemeye davet ettiği için bir kez daha Leylek’e teşekkür eden Tilki sofraya oturmuş. Önündeki kabın dar ve ince olduğunu gören Tilki, bununla nasıl yemek yiyebileceğini anlayamamış. Leylek ise hadi afiyet olsun, diyerek yemeğini yemeye başlamış. Tilki önündeki çatalla pirinçleri çıkarmaya çalışırken, Leylek yemeğinin hepsini bitirmiş. Tilki’nin şaşkınlığını gören Leylek, yemeği neden yemediğini sormuş. Tilki, bu kap bana uygun değil, senin gagan için tasarlanmış, cevabını vermiş. Bunun üzerine Leylek, şimdi beni anladın mı, diye sormuş. Tilki ise arkadaşı Leylek’in önüne geniş tabaklar koyduğu için çok üzülmüş.
Özür dilerim Leylek, senin gaganla geniş tabaktan yiyemeyeceğini düşünemedim, demiş.

Önemli değil Tilki, önemli olan beni anlamandı, demiş.

Farklılıklarımıza saygı duymamız çok güzel, demiş Tilki.

Bunun üzerine Leylek, Tilki için aldığı tabağı çıkarıp, yemeğini yeniden koymuş. Tilki yemeğini bitirdikten sonra, iki arkadaşın birbirini anlaması kadar güzel bir şey yok, demiş.

Uyuyan Güzel

Uzun yıllar önce, uzak ülkelerin birinde, bir kralla güzeller güzeli bir kraliçe yaşıyormuş. Kocaman görkemli bir şatoda oturan kral ve kraliçeyi ülkenin halkı çok severmiş. Özellikle güzel ve iyi kalpli olan kraliçeye herkes hayranmış. Bu iyi yürekli kraliçenin hayattaki en büyük dileği bir çocuk sahibi olmakmış. Sonunda bu dileği gerçekleşmiş ve bir ilkbahar sabahı harika bir kız çocuğu dünyaya getirmiş. Genç kralla kraliçenin mutluluğuna diyecek yokmuş. Küçük prensesin doğumunu kutlamak için o güne kadar görülmemiş bir şenlik düzenlenmiş. Bu şenliğe o ülkedeki bütün insanlar ve periler davet edilmiş. Şenlikler şatonun büyük salonlarında kutlanıyormuş. Her taraf o günün şerefine süslenmiş. Bütün davetlerin dikkati, yatağında uslu uslu yatan minik prensesin üzerindeymiş. Melek yüzlü iyilik perileri beşiğin çevresinde toplanmış. Her biri sırayla bebeğe iyi dileklerde bulunmuşlar. Kimi ona güzellik, kimi akıl, kimi de cömertlik armağan etmiş.

Fakat büyük bir talihsizlik olmuş ve yaşlı bir periyi şenliğe davet etmeyi unutmuşlar. Bütün konuklar neşe içinde eğlenirken yaşlı peri birden ortaya çıkıvermiş. Şenliğe davet edilmediği için çok kızmış. Öfkeyle küçük prensesin beşiğine yaklaşarak; “On altı yaşına geldiğinde parmağına bir iğ batacak ve öleceksin” demiş. Oradaki herkes şaşkınlıktan donakalmış. İşte tam bu sırada henüz dilekte bulunmayan perilerin en genci ileri atılmış;” Üzülmeyin, demiş yavrunuz ölmeyecek. Küçük prenses yüz yıl sürecek derin bir uykuya dalacak ve bir prens gelip onu öptüğünde bu uzun uykudan uyanacak.”

Kral ve Kraliçe genç periye teşekkür etmişler. Ama kral yinede bu kehanetin gerçekleşmesinden büyük kaygı duyuyormuş. Hemen, bütün muhafızlarına, ülkedeki iğlerin kaldırılmasını emretmiş. Bu emre uymayanların cezası ölüm olacakmış. Böylece aradan uzun yıllar geçmiş.

Mutlu bir hayat süren prenses her gün biraz daha büyüyüp güzelleşiyormuş. On altı yaşına geldiğinde bir gün şatoyu gezmeye karar vermiş. Şato o kadar büyükmüş ki, bilmediği pek çok yeri varmış. O zamana kadar görmediği küçük bir odada yaşlı bir kadına rastlamış. Kadın elindeki iğ ile iplik eğiriyormuş. Bu iğ nasıl olduysa muhafızların gözünden kaçmış. Çok meraklanan prenses tanımadığı bu garip alete dokunmak istemiş ve iği eline alır almaz iğ eline batmış. Kötü kehanet sonunda gerçekleşmiş.

Hemen uykuya dalan güzel prenses ipek örtüler içinde altından yapılmış bir yatağa yatırılmış. Prensesle birlikte bütün şato yüz yıl sürecek derin bir uykuya dalmış. Kral kraliçe muhafızlar, hizmetkârlar ve saray çalgıcıları da uyumuş. Sadece onlarda değil; sahibiyle birlikte avludaki köpek, ahırdaki koşulmuş at, hatta dallardaki kuşlar bile uyumuşlar. Her tarafa derin bir sessizlik çökmüş onları uyandırmamak için rüzgâr bile susmuş. Ağaçların yaprakları da kımıldamaz olmuş. Bu arada uyuyan şatonun çevresinde sık bir orman göğe doğru yükselip onu bütün gözlerden gizlemiş.

Aradan tam yüz yıl geçmiş. Yine ilkbahar gelmiş bütün doğa uyanmış. Günlerden bir gün genç ve cesur bir prensin ormana yolu düşmüş. Uyuyan güzel efsanesini duymuş ve onu bulmaya karar vermiş. Günlerce aradıktan sonra, önüne geçemediği bir duygu onu bu ormana çekmiş. Sonunda şatoyu bulmuş ve prensesin uyuduğu odaya girmiş. Daha onu görür görmez yüreğini tarifsiz bir sevgi kaplamış. Prensese daha o anda âşık olmuş. Genç kıza doğru eğilmiş ve onu hafifçe öpmüş. Güzel bir prenses sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi hemen gözlerini açmış. Onunla birlikte şatodakilerde gözlerini açmış. Kötü kalpli perinin büyüsü bozulmuş. İki genç kısa süre sonra görkemli bir düğünle evlenip ve uzun yıllar birlikte mutlu bir hayat sürmüşler.

Karga ile Tilki

Bir varmış bir yokmuş; bir zamanlar bir ağacın dalında neşeyle dans eden bir karga varmış. Karga çok mutluymuş, çünkü ağzında kocaman bir peynir parçası varmış, karga bulduğu peynirden dolayı çok ama çok mutluymuş. Ağzındaki kocaman peyniri tam midesine indirmek üzereymiş ki, ordan geçmekte olan bir tilki kargayı görmüş. Kurnaz tilki kargayı kandırıp, peyniri alabilmek için bir plan yapmış ve kargaya demiş ki: “Karga kardeş, merhaba, ne kadar güzelsin, sesin de çok güzelmiş, herkes bunu konuşuyor, ben de bunca yolu senin sesini duyabilmek için geldim” demiş. Bu güzel sözleri duyan karga hemen kendini kanıtlama sevdasına düşmüş ve “Ben senin için güzel bir şarkı söylerim” demiş. Bunu söylemek için ağzını açar açmaz, kocaman peynir parçasını da ağzından düşürmüş. Kurnaz tilki hemen düşen peynir parçasını alıp, kaçmış. Eli de, karnı da boş kalan karga da bir daha güzel sözlere inanıp, elindekini kaptırmaması gerektiğini anlamış.

 

Bu bölümümüzde, siz kıymetli okurlarımızla, önemli bulduğumuz çocuk masallarını paylaşmış olduk. Sizler de bu güzel çocuk masallarını, çocuklarınızla paylaşabilirsiniz.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir